top of page

Prof. Dr. Fulya İlçin Gönenç ile Sağlık Hukukunda İnsan Hakları Kavramı ve Yapay Zekanın Hukuki Konumu Hakkında Röportaj

Editör: Miray Karagülle


1- Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Profesör Doktor Fulya İlçin Gönenç. Ankara Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanıyım. Yirmi yıldan uzun bir süre Marmara Üniversitesinde ve daha sonra İstanbul Medipol Üniversitesinde görev yaptım. 1997 yılında HAYAD yani Hasta ve Hasta Yakını Hakları Derneği’nin kurucularından biri olarak sağlık hukuku alanında çalışmaya başladım. Halen Sağlık Hukuku ve Eğitimi Derneği’nin Başkanıyım. İstanbul Medipol Üniversitesinde Sağlık Hukuku Yüksek Lisans ve Türkiye’nin ilk sağlık hukuku doktora programını açtık. Uzun yıllardır sağlık hukuku alanında danışmanlık, bilirkişilik, arabuluculuk yapıyorum.


2- Sağlık hukukunun günümüzdeki yerini açıklar mısınız?

Sağlık hukuku hukukun bildiğimiz hukuk disiplinlerinin tümünü içeren yeni bir  alan. Hem özel hukuk, kamu hukuku, ceza hukuku yönü olan disiplinler arası bir kavramdan söz ediyoruz.

Ben gerek açtığım programlarda gerek çalışmalarımda sağlık hukuku kavramını tıp hukuku kavramına tercih ettim çünkü tıp hukuku; hasta hakları, hekimin sorumluluğu gibi konuları yani sağlık uygulamaları sırasında ortaya çıkan sorunları ele aldığımız daha dar bir alan. Ancak sağlık hukukunu, sağlıklı olma halimizi etkileyen tüm konuları inceleyebildiğimiz bir alan olarak gördüm ve bu nedenle daha geniş olan sağlık hukuku ifadesini her zaman tercih ettim.

Sağlık hukuku alanında; tıp hukuku, ilaç ve malzeme hukuku ve özellikle biyohukuk gibi konularda, son dönemlerde özellikle sağlık bilişim hukuku ve biyoetik alanında çalışmalar yapıyorum.


3- Bize biraz biyotıp sözleşmesinden ve insan haklarını koruması bakımından öneminden bahseder misiniz?

Biyotıp Sözleşmesi’nin aslında çok uzun bir adı var: Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi. Bu sözleşmeye kısaca Biyohukuk, Biyotıp veya İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi diyoruz. Sözleşme ilk olarak Avrupa Konseyi çerçevesinde 1997 yılında imzaya açıldı, biyolojik alandaki ve tıp alanındaki ilerleme ve gelişmelerin kötüye kullanılmasına karşı bir dizi ilke ve yasakları içeren bir uluslararası anlaşmadan söz ediyoruz.

Bu sözleşme insan onuru, insan hakları ve özgürlüklerinin korunmasına ilişkin temel bir metin olması açısından çok önemli bir yere sahip. İnsan hakları çerçevesinde ve özellikle insan onuru ile bağlantılı bir hat oluşturan sözleşme, bizim hukukumuz bakımından da Anayasa Madde 90 uyarınca yürürlüğe girmiş bağlayıcı bir sözleşmedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi 2013’te bu sözleşmeyi onaylamıştır. Bu noktada sözleşmenin temel kanun hükümlerine göre önceliği olduğunu da belirtmek isterim.

Biyotıp sözleşmesinin önemi; biyoetiğin bugün tıp ve hukuk uygulamalarının merkezinde yer alması ve bu alandaki çalışmaları da yönlendiren bir etkisi olması açısından karşımıza çıkıyor. Tıp ve biyoloji alanında ortaya çıkan yeniliklerin etik düzlemdeki kapsamlı konularının temelde felsefi olarak incelenmesi biyoetiğin konusu, ancak biyoetik çok teorik bir alan olmadığından uygulamalı etiğin konusudur. Bugün bazı noktalarda değineceğimiz gen teknolojisi, klonlama, ötenazi, klinik araştırmalar, yapay döllenme, tıpta yapay zekanın kullanılması gibi konular bu alan içerisinde yer alıyor. Bu nedenle biyoetik konulara ilişkin ikilemler arttıkça Biyotıp Sözleşmesi’nin önemi de artıyor. Elbette Biyotıp Sözleşmesi’nin öncesinde de bu konuda uluslararası anlaşmalar vardı: Nürnberg Kodları, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Oviedo Sözleşmesi gibi insan hak ve özgürlüklerini ele alan bakış açılarıyla bu sözleşmelerin hepsi önemlidir.

Biyoetiği uluslararası bir alan olarak incelediğimizde kültürlerarası farklılıklarla ortak noktalara ulaşmak pek kolay olmadığı için farklı toplumlar, farklı bakış açıları bakımından uyumlaştırmanın önemli olduğunu düşünüyorum ve bu nedenle biyoetik alanda yapılmış uluslararası anlaşmaları önemsiyorum. Tabi bu anlaşmaların nasıl yorumlanacağını, özgürleştirici bir etki mi yoksa kısıtlayıcı bir etki mi yaratacağını zaman gösterecek. Ama biyohukuk alanında çalışmak isteyen herkesin bu sözleşmeyi iyi okuması ve iyi anlaması gerektiğini düşünüyorum.


4- Madde 28’e göre, ceninin sağ doğmak şartıyla ana rahmine düştüğü andan başlayarak hak ehliyetine sahip olduğunu ve kişilik kazandığını söyleyebiliriz. 2019 yılında Çin’de bir araştırmacı AIDS virüsü HIV ’e karşı bağışıklık kazandırmak amacıyla ikiz bebeklerin genomunu düzenledi. Sizce embriyonun genetiğinin düzenlenmesi biyoetik açıdan mümkün müdür?

Bu tip araştırmaları günümüzde daha sıklıkla duyuyoruz, bu araştırma da basında yer aldı, mutlaka bilimsel yayınlarda da yer almıştır. Araştırmaya baktığımız zaman temel konu genomun korunması konusu. Biraz önce söz ettiğimiz Biyotıp Sözleşmesi’nin 13. Maddesinde altsoyların genetik yapısını değiştirmeye yönelik bilimsel araştırmalar yasaklanmıştır, genetik araştırmalar bugünkü bakış açısıyla ancak teşhis ve tedavi amacıyla kullanılabilir. Burada Çinli araştırmacının yaptığı çalışmanın bir genetik yükseltme amacıyla değil bir hastalığın tedavisi amacıyla ortaya konulduğunu söylemek mümkün. Ama genetik yapıda değişikliğe yol açan bir müdahale olduğu da açık. Uluslararası metinlerde de genetik yapıyı bozucu müdahalelerin yasaklandığını biliyoruz. İkiz bebeklerin genomunun düzenlenmesi, DNA yapılarıyla oynanmasındaki temel sorunumuz insan türünün kimliği: Bu kimliği nasıl koruyacağız, ne kadar koruyacağız?

Bu çalışmalar toplum sağlığını etkileyen bu hastalığın ortadan kaldırılması açısından önemli ve değerli bir çalışma gibi görünmekle birlikte çalışmanın teknik yönüne baktığımızda insan türünün kimliği üzerindeki etkisini genetikçiler mutlaka tartışacaktır. Bu çalışmanın; altsoyun genom yapısını değiştirip değiştirmeyeceği, uygulanan tekniğin bundan sonraki kuşakları nasıl etkileyeceği konusunda çok farklı görüşler var. Bu görüşlerin hepsini dile getirmek mümkün değil. Ancak korktuğumuz şey, insan türünü bir özneden nesneye dönüştürmek veya çocukları laboratuvardaki tasarım ürünlerine dönüştürmek. Bu tip çalışmaları yeni duymaya başladık ama bundan sonra daha çok göreceğimizden hiç şüphem yok.

HIV virüsünün hücreye girmesini engelleyen bir protein geninin devre dışı bırakılması ile ilgili DNA’da değişiklik yapan bu çalışmanın gelecek nesiller üzerindeki etkisi şuan itibariyle bilinmezliğini koruyor. Ama HIV pozitifin toplum açısından yarattığı tehlike de göz önüne alındığında bu tam doğru veya tam yanlış diyebileceğimiz, özellikle bilimsel olarak bu çalışmanın içeriğini bilmeden karar verebileceğimiz bir konu değil.


5- Yeni Zelanda’da 2008’den sonra doğanlara ömür boyu sigara ve tütün ürünleri satılmayacak. Türkiye’de sigara kullanım oranı %27,3 ve 15 yaş üstü sigara kullanım oranlarında 1. sırada yer alıyoruz. Sizce böyle bir uygulamanın Türkiye’de uygulanması mümkün mü? Böyle bir durumda toplumun menfaati mi kişinin özgür iradesi mi öncelenmelidir?

Sigaradaki pek çok kimyasal maddenin zararlı olduğunu, sağlığı bozucu yaşam tercihlerinden biri olduğunu biliyoruz ama sağlığı bozucu yaşam tercihlerimizin sadece sigarayla mı sınırlı olduğuna bir bakmak gerekiyor. Kimyasal maddeler sigaranın içinde de bulunuyor ancak günlük yaşantımızda da çokça rastlıyoruz. Mesela cep telefonumuzda, inşaatta kullanılan malzemelerde endüstriyel olarak üretilen ve sağlığımız açısından zararlı olduğunu bildiğimiz kimyasallar çok yaygın olarak kullanılıyor. Ona bakarsak çocuk ürünlerinde, oyuncaklarda, emzikte, kişisel bakım ürünlerinde, evde kullandığımız temizlik ürünlerinde bu kimyasallara maruz kalıyoruz. Sigara elbette onaylanmaması gereken bir alışkanlık; alışkanlığında ötesinde sigara bir bağımlılık. Bağımlılıklarla mücadelede kullanılması gereken yöntemler de farklıdır.

Yasaklanması olumlu olarak düşünülebilir ancak sigarayı yasaklayan bakış açısının kendi hakimiyet alanına giren noktalarda, örneğin hava kirliliği, iklim krizi, diğer kimyasallara maruz kalma konusunda nasıl bir hassasiyet gösteriyor? Yani bizler çocukların eline kimyasallara maruz kalacağı oyuncaklar verirken bu bakış açısıyla hareket etmiyoruz. Soluduğumuz havayı kirleten etkenleri, büyük firmaların verdiği zararları ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba harcamazken sigaranın yasaklanması ne kadar çözüm olacaktır? Yasaklanmasına ilişkin kişisel görüşüm olumsuz değil, ancak ben tutarlı olmayan bakış açılarını sevmiyorum. Toplum sağlığını korumaya ilişki toptan bir mücadeleye başlayacaksak sigara ilk adımlarımızdan biri olsun ancak diğer yandan bireylerin kötü yaşam tarzının sorgulanması dışında hiçbir şeye yaramaz.

Bana kalırsa sigaranın yasaklanabilmesi de ancak kartellerle mücadele ederek mümkün olur. Tabi yasakladığınız da yapılmaz anlamına gelmiyor, herhangi bir ülkede bu yasak olmadığı sürece o ürüne erişim söz konusu olacaktır. Bu durumda yasadışı ticaretin ve kaçakçılığın da önü açılmış olur. Farklı yönleriyle düşünülmesi gereken bir konu olarak görüyorum; yasaklansın veya yasaklanmasın demek bir çözüm değil. Bu bağımlılığın mücadelesiyle ilgili farklı halk sağlığı çözümleri üretmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Konunun ekonomik yönü, felsefi yönü var. İnsanlar kendi tercihlerinin sonuçlarına kendileri katlanmak durumundadır. Kişi hak ve özgürlükleri bakımından felsefi bir tartışmaya da girmek mümkün.


6- 2016’da katıldığınız Yaz Dinlencesi Akademik Sohbeti’nde taşıyıcı anneliğin bazı ülkelerde yasal olmasıyla ilgili bir diyalog vardı, bu diyalogdan yola çıkarak oluşabilecek problemler hakkında size birkaç şey sormak istiyorum. Bizim hukukumuz taşıyıcı annelik yöntemiyle dünyaya gelen çocuğun annesi olarak doğuran kadın yani taşıyıcı anneyi mi yoksa üreme hücresini vermiş veya çocuğun bakımını üstlenmiş kadını mı kabul ediyor?

Taşıyıcı annelik, aslında in vitro fertilizasyon yani yardımcı üreme teknikleri benim çok eski yıllarda henüz konunun çok gündeme gelmediği dönemlerde çalışmaya başladığım bir alandı. Yıllar öncesinde bu konuda sunumlar yapıyordum ve o zaman şunun farkındaydım; yardımcı üreme teknikleri dediğimiz teknikler tedavi etmenin ötesinde farklı alternatifleri kişilere sunacak ve kişiler bu yöntemleri deneyecekler.

Taşıyıcı annelik, üremeye yardımcı yöntemlerden biri. Önce Türk hukukundaki düzenlemeden başlamak gerekirse, bizim hukukumuzda üremeye yardımcı tedavi yöntemleri ve tedavi merkezleri hakkında bir yönetmeliğimiz var ve bu, kanun koyucunun konuya nasıl baktığını gösteriyor. Bunun bir tedavi yöntemi olmaktan çıkıp farklı kişiler, gruplar için alternatif bir üreme yöntemi olduğunu kabul etmeyen kanun koyucu, bizim hukukumuzda sadece evli çiftlerin kendi üreme hücreleri ile bu işlemin yapabileceğini hükme bağlamış. Ama hep söylediğimiz gibi hukuken yasaklanması yapılmadığı anlamına gelmiyor. Biz Türkiye’de de bu konuda sorunların ortaya çıkabileceğini yıllar önce söylediğimizde yasak ve bu yapılmaz bakış açısıyla bu konuda çok çalışılmadı. Sonraki dönemlerde bu konuda sorunlar gündeme gelmeye başladı ve şunu fark ettik ki bizim hukuki düzenlemelerimiz içinde bu sorunun çözümü yok. Açık söylemek gerekirse üremenin tek bir şekli yok, artık bunu görmek gerekiyor. Bizim Medeni Kanun’umuz 1926’da kabul edildi, o zaman tüp bebek uygulamaları yoktu ama 2000’li yıllarda Medeni Kanun’un yeni düzenlenmesi sırasında da bu uygulama hala yokmuş gibi davranıldı. Böyle olunca taşıyıcı annelik veya sperm donasyonu, yumurta donasyonu gibi farklı soybağı sorunlarını ortaya çıkartabilecek konuların tartışılması da ertelenmiş oldu. Somut olaylar ortaya çıktığında ise tartışmak durumunda kaldığımız bir mesele hale geldi.

Taşıyıcı annelik yapay üreme yöntemlerinin en sorunlularından biri. Taşıyıcı anneliğin nitelendirilmesini bile çok zor yaptık, uygulamaya baktığımızda içimizi acıtan ifadeler de kullanıldı: kiralık rahim, konakçı anne, misafir anne, ikame annelik gibi…

Soybağı aslında çok kolay bir şeydir; bir çocuğun anası kim, babası kim sorusuna cevap verir. Daha da kolay olanı annenin kimliğini belirlemektir. Romalılar der ki ‘’Matter semper certa est’’ yani ana daima bellidir’’. Ananın kim olduğu yardımcı üreme teknikleri ortaya çıkana kadar şüpheli değildi. Babanın kim olduğu daha sorunluydu, bu konuyla ilgili karinelerimiz var. Ama anne tartışılmayan bir noktaydı. Fakat bugün Roma hukukundan gelen bu prensibin artık tartışmaya açılması gerektiğini görüyoruz ve tartışıyoruz. Üremeye yardımcı tedavi yöntemleri evli olsun olmasın bireyler tarafından çiftler tarafından kullanılıyor ve kullanılmaya da devam edilecek. Türkiye’de bunun yasak olması yapılmadığı anlamına gelmiyor ve farklı ülkelerde bu uygulama yapıldığı için Türkiye'den de, tam sayısını bilmiyoruz ama 20 binden fazla infertil çiftin bu yöntemlere başvurduğuna ilişkin çok da bilimsel olmayan rakamlarla karşılaşıyoruz.

Taşıyıcı anne kim? Aslında taşıyıcı anne taşıdığı çocuğu başkasına verme niyetiyle hamile kalan kadındır. Taşıyıcı anneliğin de türleri var; taşıyıcı annenin kendi yumurtasının kullanıldığı durumlar da var, bir başka kadın ve erkeğin üreme hücresiyle meydana gelen embriyonun taşıyıcı annenin vücuduna transfer edildiği durumlar da var. Her ikisinin de soybağı bakımından sonuçları farklı olabiliyor. Ama daha çok sorun olarak gördüğümüz yaygın şekline baktığımızda, bir kadın ve erkeğin tüpte in vitro fertilizasyon ile oluşturulan embriyosunun bir başka kadının rahmine yüklenmesiyle karşılaşıyoruz. Medeni Kanun’da şuanda uyguladığımız hükme baktığımızda taşıyıcı anneyi anne olarak kabul etmememiz gerekiyor. Taşıyıcı anneliğin bugün ticari amaçlarla yapılan türünü, ticari olmayan amaçla yapılan türünü görüyoruz, taşıyıcı annenin aynı ülkeden bir kadın olarak seçildiğini görüyoruz, farklı ülkeden taşıyıcı annelerle çalışıldığını görüyoruz. Bunların hepsinin aslında hukuki sonuçları, özellikle milletlerarası özel hukuk bakımından ortaya çıkardığı sonuçlar birbirinden farklı olabiliyor. Bir de tabii kadın bedeninin kullanılması üzerinden de bu konuyu tartışmak gerekiyor.

Soybağı açısından baktığımızda taşıyıcı anne yani doğuran kadın mı anadır yoksa biyolojik yani üreme hücresini veren kadın mı anadır? Hangisine üstünlük tanımak gerekiyor? Biz anne tartışılmaz derken şimdi iki anneden söz ediyoruz, hatta araya bir mitokondriyal transfer sokarsanız üç anneden de söz edebiliriz. Bu noktada biyolojik anneye üstünlük veren görüşler yanında hala doğuran kadının anne olduğu yönündeki görüşler üzerinden sorunları çözmeye çalışıyoruz. Konuyu farklı bir uluslararası yargı bakış açısı ile ele almak ve hukuken yeniden değerlendirme yapmak artık kaçınılmaz.


7- Taşıyıcı annelik uygulamasından faydalananlar ile taşıyıcı anne arasında bir sözleşme yapılması mümkün mü? Bizim hukukumuzda bu sözleşme geçerli bir sözleşme midir?

Taşıyıcı anneliğin yasal olduğu ülkelerde taşıyıcı anneyle biyolojik ebeveyn arasında sözleşmeler yapabiliyorsunuz. Ama bizim hukukumuzda taşıyıcı annelik yasal olmadığı gibi, Borçlar Kanunun 27. Maddesinde kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı sözleşmeler kesin olarak hükümsüzdür. Bu nedenle taşıyıcı anneyle bir sözleşme yapmış olmanız da o sözleşmenin bağlayıcılığını garanti etmiyor. Taşıyıcı anneden çocuğu nasıl alacağız, çocuğu aldık diyelim bu çocukla soy bağını nasıl kuracağız? Özellikle yurtdışında taşıyıcı anneyle anlaşmışsak milletlerarası hukuk bakımından bu sorunları nasıl çözeceğiz gibi pek çok soruyla karşı karşıyayız.

Bu yöntemler ilk ortaya çıktığında eşcinsel çiftlerin, evli olmayan kadın ve erkeklerin, çok ileri yaşta kadınların bu yöntemlere başvurmak isteyecekleri düşünüldü. Ama Türkiye'de gördüğümüz örneklerden birini size söyleyeyim, iyi olarak bilinen kliniklerinden birinin tüp bebek merkezinde çiftlerin embriyoları karıştırıldı. Hukuk metni her ne kadar bize doğuran kadın anadır dese de mahkeme sürecinin kendi içerisinde taşıdığı özellikler değerlendirildiğinde çocuğun biyolojik anne ve babaya verilmesine karar verildi. Demek ki hukuk uygulaması zaman içinde değişiyor, değişmek durumunda kalıyor.

Bunlara karar verirken temel çıkış noktamız ne olmalı? Benim temel bir çıkış noktam var, bunun ahlaki, hukuki olup olmaması gibi etik tartışmalar, yetişkinlerin vermiş olduğu kararlar bir yana burada dünyaya gelen bir çocuk var. Çocuğun üstün menfaatinden hareket eden bir bakış açısıyla bu sorunların çözümlenebileceğini düşünüyorum. Hakikaten tartışmalı ve zor bir konu, Türkiye'de tahmin ettiğinizden daha fazla sayıda vaka var. Bu vakaların artacağını da biliyoruz, bu noktada bunu öngörmek çok kolay.


8- Türk hukuk sistemi taşıyıcı annelik yoluyla dünyaya gelen çocuğu güvence altına alıyor mu?

Almıyor aslında. Kendi iradesi dışında birtakım kararlarla dünyaya gelen bu çocuğun korunması şu anda söz konusu değil. Yine bu tartışmalarda çocuğun menfaatine bakalım diyoruz fakat bu bir bakış açısı, hukuk kuralı değil. Burada çok önemli bir nokta var; soy bağı bizim kişiliğimizin bir parçası. Yani hepimiz anamız kim babamız kim bilmek isteriz ve hepimiz bir anne ve baba tarafından yetiştirilme hakkına sahibiz. Bu nedenle çocuğun soy bağı kişiyi kişi yapan temel özelliklerden biridir ama bir sperm donasyonundan söz ettiğimizde çocuk babasını bilmeyecek.

Bu konu hakikaten sosyal, ekonomik, siyasi yönü olan, inanç sistemlerini çok ilgilendiren bir konu. Zaten kanun koyucu tam da bu nedenlerle bu konuda çözüm üretmekte zorlanıyor. "one size fits all" , her bedene uyan giysi yok. Yani sizin hayata bakış açınız, verdiğiniz kararları etkiliyor. Ama bizler biyoetik alanında konuşurken kendi yaşamımız ve nasıl yaşayacağımıza ilişkin değil başkalarının yaşamları üzerinden kararlar veriyoruz. Bu nedenle çok dikkatli olmak gerekiyor; o yapılmalı ya da bu yapılmamalı derken başkalarının hayatlarıyla ilgili konuşuyoruz. Sosyal, siyasi, ekonomik, dini yönü olan bu konularda fikir birliğine varabilmek pek mümkün değil.

Kanun koyucu aslında bu alanda bir medikal turizmin olduğunu görüyor yani böyle bir sağlık hizmeti almak için bir yerden başka bir yere gidildiğinin farkında. Bu yasaklandığında, insanlar yasaklanmayan bir ülkeye gidip bu işlemi yaptırabiliyorlar. İnsanların seyahat özgürlüğünü sınırlayamayacağımıza göre bunun önüne geçmemiz de mümkün değil. Bu konular farklı bakış açılarına göre değişebilen konular, ama biz mevcut hukuk kuralları içinde hareket etmek durumundayız. Hepimiz kendi istediğimiz hukuku olması gereken hukuk gibi birbirimize sunarsak kaos yaratırız. Bu nedenle burada akılcı, mantıklı sorular sormak, bunlara doğru cevaplar vermek ve bu konuları tartışmaktan kaçınmamak gerekiyor. Bence kanun koyucunun da bu konuda biraz daha sorumluluk üstlenmesi gerekiyor.

Biz Medeni Kanun’umuzu İsviçre’den aldık ama İsviçre kanun değişikleri yaptığında yapay döllenme tekniklerinin varlığına kanunda yer verdi. Bunlar Türkiye'de de yaşanan şeyler, bizzat benim bildiğim 18-20 tane vaka var. Bir vakada infertil erkek yani koca, karısını sprem donasyonuna ikna ediyor ve daha sonra koca bu çocuğu benimseyemediği için soy bağını reddediyor. İsviçre Medeni Kanunu diyor ki "Sperm donasyonuna izin veren kocanın daha sonra soy bağını reddetme hakkı yoktur.’’ Bizim gibi toplumlarda aile toplumun temel yapısı yani bu uygulamaların aile örgüsünü çözebilecek bir tehdit olarak görülmesi de bu konulara toplumsal olarak bakış açımızı şekillendiriyor. Zaman içinde herkesi mutlu eden tek bir çözüm olmasa da kabul edilebilir çözüm yöntemlerinin kanuna gireceğini düşünüyorum.


9- Bir hayvandan insana organ nakli yapılması konusunda son zamanlarda büyük adımlar atıldı. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’de uygulanabilir mi?

Organ nakli hakikaten önemli bir konu. Biz zenotransplantasyondan yani hayvandan insana doku ve organ aktarımından söz edeceğiz ama insandan insana organ nakli bile sorunlu. Bugün yapay organları üretmedikçe insanın başka bir canlıdan organ aktarımı ihtiyacı hep devam edecek.

Bugün insandan insana organ nakline baktığımızda ölmüş kişiden yani kadavradan ve canlı bir kişiden organ nakli olarak ikiye ayrıldığını görüyoruz. Hem dünyada hem Türkiye'de başta böbrek olmak üzere organ bekleyen o kadar çok insan var ki, çocuklar bunlara dahil. Bu nedenle organ nakli yani bu organların temin edilebilmesi bana göre en önemli konulardan biri. Yüz binlerce insan bekleyiş içinde, yaşamlarının sadece kalitesi değil çoğu zaman devamı bu organların temin edilmesine bağlı. Hayvanlardan organ ve doku aktarımına baktığımızda aslında bu çok yeni bir konu değil, mitolojide de var deniz kızları, at ve insan bedeni hibritleri gibi mitler var.

Tabii doku aktarımıyla ilgili çalışmalar çok eski zamana dayanıyor. Bugünlerde bunu çok sık duymamızın nedeni, anlayabildiğimiz kadarıyla yine genetikteki gelişmeler. Çünkü insandan hayvana organ naklinde ortaya çıkabilecek pek çok sorun var: o organın insan vücudu tarafından kabul edilmemesi, çeşitli enfeksiyonlar, immün sistemin verdiği çeşitli yanıtlar gibi. Ama bugün hayvandan insana organ nakli yapılacağı zaman o hayvanın özel olarak genetiğin değiştirilmesi suretiyle insan bedeniyle daha uyumlu organların üretildiğini biliyoruz. Bu nedenle de teknolojinin gelişmesiyle birlikte artık hayvandan insana organ naklinin daha başarılı sonuçlarının olacağını söylemek mümkün. Mesela bu işlem primatlarla, şempanzelerle yapılmış. İnsana en yakın olduğu düşünülen hayvanlarla yapılmış ama burada insana en yakın olan hayvanın seçilmesindeki kriterler farklı.

Türler arasındaki organ nakli tartışmalı bir konu. Yine diğer konularda olduğu gibi dini yönü, etik yönü, hukuki yönü, tıbbi yönü var. Bu hayvanın seçilmesindeki kriterler aslında tıbbi kriterler. Biz bunu dini açıdan, etik açından tartışıyoruz ama hangi hayvandan insana organ ve doku nakledileceği tamamen o hayvanla insan arasındaki doku uyumuyla ilgili. Konu benim uzmanlık alanım değil. Domuzun seçilmesindeki temel nedenlerden biri gelişmekte olan bir domuzun kalbi ile bir insanın kalbinin boyutunun yakın olması, bizim vücut sıcaklığımıza yakın olması, organın dayanıklılık süresi gibi etkenler. Herhangi bir hayvandan aldığınız organ başarılı olabilir ama yaşam süresi çok sınırlı olduğundan bir iki yıl gibi kısa bir süre için böyle büyük bir işleme girişmeyi istemezsiniz. Bu nedenle domuzla insan yapısı arasında bir uyum olduğunu söylemek mümkün, bunu tıpçılar belirleyecektir. İnanç sistemlerinde farklı bakış açıları var. Ama tabii bu benim uzmanlık alanım değil, teologların, ilahiyatçıların konusu. Hayvandan alınan organların kullanılıp kullanılmaması ile ilgili de hem dini hem farklı yönlerde tartışmalar var.

Bununla birlikte zenotransplantasyon yaşam kurtarıyor ve kurtaracak bunu artık görebiliyoruz. Çünkü genetik düzenlemeyle hayvanların organları insanlara daha uygun hale getirilebiliyor, benim kanaatimce bu çalışmalar devam edecektir. Zaman içinde daha başarılı sonuçlar ortaya çıkacaktır. Ama tabii ki etik ikilemler ortadan kalkmayacaktır. Etik ikilemleri sadece kendimizi merkeze koyarak yapmamamız gerekiyor. Sadece organ nakli için hayvanların üretileceğini biliyoruz, bu amaç için çok fazla deney ve denemelerin yapılacağını biliyoruz. Yani burada bir türün başka bir türe hizmet etmek için bu şekilde kullanılması da başka bir etik tartışma ve bence hiç de göz ardı edilmemesi gereken bir durum.

Bu çok iyi amaçlarla başlayacak farklı hayvanlardan farklı organ ve doku nakli destekleri alacağız fakat bu bizi başka bir tartışma noktası olan yarı insan yarı hayvan varlıklara doğru götürecek mi? Çok eski bir kitap vardı, sonra filmi de çekildi "Dr. Monroe Adası". Bugün baktığımızda bilim kurguların pek çoğunun gerçekleştiğini artık görebiliyoruz. Büyük ihtimalle zaman içinde o adadaki yaratıklara benzer insanlar da karşımıza çıkacak. Ama organ nakli önemli, insanları organa kavuşturacak her türlü çalışmayı destekliyorum.


10- Tedavisi kesin olarak mümkün olmayan ve hastaya acı veren terminal döneme yaklaşmış hastalar için, hastanın da onayı ile hekim kontrolünde ötenazi hakkı tanıma konusunda düşünceleriniz nasıl? Yasal bir hak olarak tanınmalı mıdır?

Yine bu konu da çok uzun, çok tartışmalı, günlerce konuşabileceğimiz bir konu. Bu hem bireysel olarak hem toplumsal olarak farklı kültürlerin ölüm ve yaşama bakışıyla da çok ilgili bir konu. Ötenazi konusunda farklı bakış açıları var ancak ötenaziyi ister kabul edin ister reddedin çok kuvvetli argümanlar da var. Çok keskin bakış açılarından biri ötenaziyi tamamen reddeden bir görüş çünkü kişinin beden bütünlüğü, yaşam hakkı, sağlık hakkından söz ediyoruz. Devredilmez, kişiliğimizin ayrılmaz parçalarından söz ediyoruz. Yani bizim kendi bedenimiz üzerindeki tasarruf hakkımızı da sınırlayan bir yapı olduğunu görüyoruz. Bizim hukukumuzda özellikle ötenazi karşıtı görüşler, buradan yola çıkarlar. Kişinin kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkının sınırlandığını, ölme kararı vermenin kişilik hakkına uygun olmadığı ifade edilir. Ama bir başka bakış açısı da kişiliğin korunmasının ancak kişinin ölme hakkının sağlanmasıyla mümkün olacağıdır. İnanç sistemlerinin konuya bakış açısı da farklı. Bu konuda ortak bir fikre bireysel olarak, toplumsal olarak ulaşmak mümkün olmadığı gibi farklı hukuk düzenlemelerinde de mümkün değil.

Ötenazinin yasak olduğu bizim ülkemizde çok açık olarak belirtilmiş, bu nedenle biz ötenazi yasaktır diyoruz. Bununla birlikte ötenaziyle ilgili tartışmaları yapmak durumundayız. Özellikle terminal dönem hastaları bakımından yaşam destek ünitelerine bağlı olarak yaşamın son döneminin acılarla, ızdıraplarla sürdürülmesinin; o geri dönüşümsüz yola girdiklerinde hala hayatta tutulmak için verilen gayretin çok yerinde olup olmadığını ben sorgulamak gerektiğini düşünüyorum.

Bir de biz ötenaziyle gereksiz ve yararsız tedaviyi hep karıştırıyoruz. Bazen hekimlerin bazı uygulamalarının ötenaziye girdiği ifade ediliyor. Gereksiz ve yararsız tedavilerin durdurulması her zaman ötenazi olarak görülemez. Ötenazinin aktif ötenazi, pasif ötenazi gibi pek çok türü var. Ötenaziyle ilgili pek çok bakış açısı var. Şunu da söylemek gerekiyor, ötenazinin yasal olduğu ülkelerde de bu çok kolay bir uygulama değil, çok ciddi, çok sıkı koşullara bağlanmış. Ötenazi kararının verilmesiyle uygulama arasında bir zaman olması gerekiyor, kişi her zaman vazgeçebiliyor. Sadece o geri dönüşsüz yol olan ölümün kesin gerçekleşeceği durumlar ve çok büyük ağrılar, acılar, ızdırapların söz konusu olduğu durumlarda ötenazi uygulanabiliyor. Yani yasal olduğu ülkelerde de çok kolay ve yaygın bir uygulama olduğunu söylemek mümkün değil.

Bir başka mesele de var; insan yaşamında sağlık hizmeti sunumunda maliyetin en yüksek olduğu dönem, yaşamın son dönemidir. Günün birinde ötenaziyle ilgili tartışmalar gündeme gelirse hatta ötenazi uygulamalarıyla ilgili daha hoşgörülü bir bakış açısı oluşursa lütfen herkes şuna dikkat etsin: bu gerçekten insan onuruyla, insan özerkliğiyle mi ilgili yoksa sağlık ekonomisiyle mi ilgili? Çünkü iktisatçılar bunun hesaplamalarını yapıyorlar; hepimiz bir işgücü olarak görülüyoruz, bunu ben söylemiyorum, insan sağlığıyla ilgili iktisadi terimler kullanmak hoş değil ama sağlık ekonomistleri bunu yapıyorlar. Siz ölmekte olan bir hastaya tedavi verdiğinizde bunun geri dönüşümü hiç yok. Bir gün sosyal güvenlik sistemleri bu masrafları karşılayamaz olduğunda, ötenaziye bakış açısının değiştiğini gördüğünüzde bunun arkasında yatan nedenleri irdelemeyi, araştırmayı unutmayın. Günün birinde ötenaziye yönelik daha ılımlı bir bakış açısının ortaya çıkacağını tahmin ediyorum ama sebeplerinin ekonomik olabileceğini kestirmek çok zor değil. Bizim hukukumuzda ötenazi yasaktır ve bizi çok farklı tartışmalara götürebilecek bir konudur. Belki başka bir tartışma zemininde ötenaziyi daha geniş ve ayrıntılı olarak konuşmak daha doğru olacaktır çünkü felsefi yapısı bu kadar güçlü olan bir konunun bu kadar kısa zamana sığdırılması bana kalırsa biraz zor.


11- Eğer kişi bilinci açık bir biçimde geldiyse, ölmek üzereyse özellikle Yehova şahitlerinde görüyoruz bunu, kan naklini reddediyorlar ve sonucu ölüm olabiliyor. Bu tür olaylara ötenazi demek mümkün mü?

Aslında o kişi ötenaziyi talep etmiyor, inancı gereği bir tedaviyi reddediyor. Tedaviyi reddetme de bazen ötenaziyle karışıyor. Sağlık çalışanları, insan yaşamını kurtarmak, insanı hayatta tutmak üzerine bir eğitim alıyorlar ve burada kişi özerkliği devreye giriyor. Biz kendi özerkliğimiz doğrultusunda kendi yaşamımıza ilişkin kararları verebilen varlıklarız. Bu nedenle belirli bir inanç sebebiyle kan almayı reddetmek, belirli tedavileri reddetmek mümkün. Mesela biraz önce konuştuğumuz durumda hayatınız bir hayvandan size organ aktarılmasıyla kurtulabilecekse, kurtulma şansı varsa siz bunu reddedebilir misiniz? Evet, reddedebilirsiniz. ‘’Ben domuzdan alınan herhangi bir dokunun, organın vücuduma nakledilmesini istemiyorum’’ veya ‘’Ben inancım gereği bana kan verilmesini istemiyorum’’ gibi söylemlere karşı bizim yapacağımız sizin bu kararınıza saygı duymaktan öteye geçmez.

Bir çocuk söz konusuysa aynı şeyi söyleyemem ancak bir yetişkin söz konusuysa kendi bedeni üzerinde bu anlamda tedaviyi kabul etme, reddetme gibi kararları verecektir ve buna da saygı duymak gerektiğini düşünüyorum. Zira kendisi kararının sonuçlarına katlanacaktır, bu sonuçları da kabul etmiştir. Burada hekimlerin yapması gereken tek şey bu davranışının sonuçlarını o kişiye çok iyi anlatmaktır. Yani tedaviyi reddeden hastanın başına neler gelir, reddetmeseydi ne olacaktı? İyi bir aydınlatma sonrasında hasta açısından tedaviyi reddetmek mümkündür. Burada tedavinin reddinin ötenaziden farklı bir şey olduğunu kabul etmek gerekir.


12- Yapay zekayı kişi olarak kabul edebilir miyiz? Edersek tıpkı bir insan gibi haklara ve borçlara sahip olabilir mi? Yapay zekanın geleceğimizdeki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu çok güncel bir tartışma konusu. Yapay zeka şu anda bir yazılım. Yapay zekanın otonom yapısı itibariyle günümüzde yapılan tartışmaları çok teorik bazda, geleceğe ilişkin tartışmalar gibi düşünüyoruz. Aslında o kadar zamanımız kalmadı. Acil ve net olarak bu konuları konuşmamız gerekiyor. Gerçek kişilerin insanlar olduğunu biliyoruz. İnsan, hukuk sahnesinde rolü olan kişidir. Tam ve sağ doğmak kaydıyla her insanın kişilik hakkına sahip olduğunu biliyoruz. Bu bakış açısıyla yapay zekaya gerçek kişilik vermek çok kolay görünmüyor.

Hukuk düzeni gerçek kişilik dışında tüzel kişi diye bir yapı oluşturdu. Yapay zekaya tüzel kişilik verilebilir mi? Bu da hukuken çok fazla teknik tartışmayı beraberinde getiriyor. Elbette yapay zekanın hukuki statüsünü ortaya koymadan da cezai sorumluluğunu, hukuki sorumluluğunu tartışmak bana çok anlamlı gelmiyor. Yapay zeka, fikri ve sınai ürünler meydana getiriyor, şair olanı var, ressam olanı var, çok da güzel eserler meydana getiriyorlar. Onu da ayrıca fikri mülkiyet hukuku bakımından tartışıyoruz. Yani yapay zekanın ürettiği eser bir sanat eseri midir? Bu eser sahipliği kime aittir gibi pek çok yönüyle tartışıyoruz. Yapay zeka yapısı gereği bir yazılım ama biz zaten yapay zekayı birçok yerde kullanıyoruz. Örneğin fabrikalarda, evimizdeki ev eşyalarında bu yapay zeka uygulamalarını görüyoruz. Bugün karşımıza daha insan görünümlü türleri çıktığında işin ciddiyetini biraz daha anlıyoruz. Yoksa evimizdeki bütün gün temizlik yapan o robot süpürgeler aslında evimizdeki yapay zekalar. Onların da bir sürü kayıt aldığını, bir sürü fonksiyonu olduğunu biliyoruz.

Özellikle gelişen teknolojiyle birlikte çevresini algılama yeteneğine sahip olan, kendi iradesi olan yapay zekayı anlamakta hukuki altyapının yetersiz olduğunu düşünüyorum. Birtakım tartışmalar var ama bu tartışmaların çok doğru noktalardan yapıldığını düşünmüyorum. Gerçek kişi olarak kabul edelim diyenler var, tüzel kişi olarak kabul edelim diyenler var. Gerçek kişi statüsü asla olamaz bu nedenle elektronik kişi kavramını ortaya çıkaran var. Yapay zekaları bir sicile kaydedelim, bir elektronik sicil kaydı tutalım. Bu sicil kaydında olan yapay zekalar da kişi olsun, sorumlulukları olsun hatta vermiş oldukları zararın karşılanması için bir sigorta sistemi geliştirilsin yani tüzel kişi, gerçek kişi dışında elektronik kişi kavramı oluşturuldu. Bir de insan olmayan kişi kavramı yaratalım görüşü var; çünkü biz kişinin insan olduğunu biliyoruz. İnsan olmayan kişi kavramı algılaması zormuş gibi geliyor ama aslında insanlık bu fikre çok yakın. Çünkü insan olan ama kişi olmayan varlıkları biliyoruz, kölelerden bahsediyorum. Yani Roma’nın Antik Çağı’nın kölelerini biliyoruz.

Yeterince ikna edici olursam ve yeterince güçlüysem elimdeki gözlüğün kişi olduğuna sizi ikna edebilirim. Yani kimin kişi olup kimin olmayacağı kanun koyucunun iradesiyle ilgili. Zaman içinde insan olmayan kişilerin varlığını da kabul edeceğiz gibi görünüyor. Bunlara ister elektronik kişi deyin, ister insan olmayan kişi deyin. Ama bir anlamda kişilik verileceğini düşünüyorum. Tabi insanla eşya arasındaki farkı sorgulayacağız. Yapay zeka insan değil, eşya da değil, o zaman ne? İşte bu ayrımın yetersizliğini tekrar sorgulayacağız. Ama Locke insan kavramını; benlik bilinci olan, haklarından ve özgürlüğünden vazgeçemeyen evrensel ve otonom bireyler olarak tanımlıyor. Yapay zekanın da bu tanıma çok yaklaştığını görüyoruz. Bana korkutucu gelmiyor, heyecan verici geliyor. İnsanlığı ele geçirir mi bilmiyorum ama hukukta çok büyük bir dönüşüme neden olacağından eminim. Bu tartışmaların yapılmasının da hukuku geliştireceğini düşünüyorum. Yaşama anlam verecek nitelikte bir duyguya sahip olabilirler mi, bilmiyorum. Bizler insanı insan yapan duygulara sahip olmayı çok önemsiyoruz, belki de kıymetini bilemedik. Bizler mi robotlaştık, robotlar mı insanımsı bir hal alıyor? Bunlar güzel felsefi tartışmalar. Derin öğrenmeyle yapay zekanın da duygusu varmış gibi davranabilmesi sanırım mümkün. Hepimizin yaptığı gibi. Bu nedenle ben yapay zekayı tehlikeli bulmuyorum, insanları daha tehlikeli buluyorum. Hatta yapay zekalarla bazı insanlardan çok daha iyi anlaşabileceğimi düşünüyorum.

Şunu göreceğiz, ne kadar uğraşırsak uğraşalım yapay zekayı eşya statüsünde tutamayacağız. İnsan türü nereye evrilecek biz şuan bunu bilmiyoruz sadece emarelerini görüyoruz. Bu emarelerden korkmamak, hazırlıklı olmak lazım. Elbette ki teknik olarak mümkün olan her şey hukuken mümkün olmamalı. Şüphesiz, insan türünün korunması önemli.

’’Pandora’nın kutusundaki umut biyoetik mi?’’ diye bir sunumum vardı. Aslında umut kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü insanı var olduğuna tahammül etmeye zorlar bakış açısı da çok yabana atılır bir bakış açısı değil. Ama benim bildiğim tek şey konuların üzerine gitmek, farklı yönlerini görmek. Hukukçular teknolojiyle bağlarını hiç kesmemeli. Ben sağlık hukuku çalışmaya başladığımda böyle bir hukuk alanı yoktu. Ben biyohukuk çalışmaya başladığımda anlattıklarım, söylediklerim yadırganan şeylerdi. Ama şimdi bunları herkes konuşur hale geldi. Yani genç hukukçulara şunu söylüyorum; bakış açılarını geniş tutsunlar, her şeyin farklı yönlerini görmeyi denesinler, çok okusunlar, çok düşünsünler ve tartışmaktan hiç korkmasınlar. Evet bunlar sorun ama tartışarak, araştırarak konuşarak bunların hepsini çözebileceğimizi düşünüyorum.



 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yorumlar


Fikirlerinizi Bizimle Paylaşın
(Bu İletilerde İsminiz 3. Kişiler Tarafından Görüntülenmeyecektir)

bottom of page